DüNYA DURUP, ASLıNDA SADECE HüZüNLüSüNüZ DIYE, YOL VERECEK SIZE

Hüzünden, o aşağılanmışlık duygularından arınmış bir bilinçaltına sahip olduğunuz zaman, yani 'sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar' düşüncesinden ayrıldığınız zaman, başkalarının sizi bir kum saati gibi bir aşağı bir yukarı çevirirken zihinlerinizi karıştırmasına artık karşı durmayı öğrendiğiniz zaman…

Bilinçaltı için "kralın yolu" derlermiş. 'Bilinçaltı' dediğimiz zaman, herkesin kara kutusundan sözler ediyormuşuz gibi bir korku yayılmaz mı zaten etrafa? Sanki bir tek sözcükle can bulunca bir itirafla açılıp saçılacakmış gibi birden ortalığa! Baş edemediğimiz ne varsa üst üste yığılmış bir yer gibi hayal etmez miyiz zaten orayı? Açığa çıkacak olsa, korkarız, "onu nasıl kontrol edeceğiz" diye. En çok da bu korkuyla kaçarız ondan ve esiri oluruz, bu korkuları yönetecek güçte olanların. Kimseyi ilgilendirmediği halde sanki her şey hakkında herkese bir malumat vermek zorundaymışız gibi. Neden? Neden! Zaten bu yüzden ziyarete kapalı bir sergi gibidir, sanki insanın sadece kendi yara alışlarıyla dolu bir salon gibi. Kapalı. Kapılarını başkalarına açmaktan utanmanın başka bir hali gibidir bu. Jung'un Kırmızı Kitap'ı bunun delilidir, herkes bilsin bunu. Hiçbir şeyi aslında unutmayız, rüyalar ve geçmişi hatırlamak bunun içindir. Rüyalar ve hatırlamak o kapının hem kilidi hem de anahtarlarıdır. Orası iyi anılara rağmen bir katran denizidir. Orası, bütün kavuşamamaklar, konuşamamaklar, olsun istemişiz de olmamışlardan, başarıları bile başarı kılan gerçek başarısız girişimlerden yapılmış zehirle doludur. Aşağılanmışlıklarla doludur çünkü orası. Aşağılanmışlığı azımsamayın sakın. Bugün Türkiye'de bu bilinçaltının bir ürünü olarak ortaya çıkmış bir iktidar var. Bir bataklık kadar güçlüdür çünkü bilinçaltı. Orayı ancak onunla temas edenler kontrol edebilirler. Günlükler'de şöyle diyor, Unamuno: Cüzi irade ne korkunç bir gizemdir. Cüzi irade bir gerekçe değil, gerçektir. Buna bir mantık uydurmaya çalışmak, mahvetmektir… Olaylar ister dış, ister iç olsun, ister cismani, ister ruhani olsun, olayların akışı, önceden belirlenmiş bir akıştır. Her bir bilinç durumu gibi dış dünyanın her olayı da bir yasa uyarınca kendinden önce gelen ve kendine eşlik edenlere göre şekillenir. "Cüzi irade" Osmanlı Türkçesi ile 'kısmi' yani 'bir şeyin yalnızca bir bölümünü kapsayan' ama aslında derinlerde bütün zemini kaplaması bilinçaltının bireye indirgendiğinde küçük problemler görülerek önemsenmemesi durumudur.

"Derinlik insanı öldürebilir" derken hep bu bataklığın çekim gücünden sözler etmişimdir oysa. Çünkü damdan düşenin halinden elbette damdan düşen anlar. Hani yolda yürürken küçücük bir kedi yavrusu ayağınıza dolanır da eğilip başını okşadınız diye tepeden tırnağa birden pirelenirsiniz ya... Orası, işte böyle bir yer. Bir kapıyı iter de açarsınız ya birden, içerisi karanlık, girdap gibi bir dehliz, derken dizlerinize kadar suya batmışsınızdır… Bir insanın sadece dizlerine kadar suya batması onu boğabilir mi? Boğabilir. Boğulmak düşüncesi bile insanı korkutur. Su, bir kelime olarak bile yüzmeyi bilmeyenler için boğucu bir şeydir. Yüzme bilenler de boğulur, bu hiç de imkânsız değil. Toplumu derinden etkileyen sarsıntıların ortasında edilmeyecek sözler edenlerin uğradıkları hezeyanın açıklaması bugün budur. Bu, çok iyi yüzme bilenlerin bile, bilinçaltı yüzeye fışkıran bireylerin toplumunda kültür zehirlenmesine mağlup olmasıdır. Hani varsa bir dert -olmazsa olmaz zaten- bilmemiz gereken şu ki, o derdin ilacı da o zehrin içindedir. Onu, sadece zehir ya da sadece ilaçmış gibi tarif etmemek gerekir. Bu insanın kendine yalan söylemesi, bu diğer insanların da bile isteye yanıltılmasıdır. İnsanın yanıltılmaya maruz bırakılması onun hakikat boyutuna varmış gerçeklerden yalıtılmasıdır. Hah, işte orası öyle bir yer. İçerisi beş yaşında tuhaf çocuklarla doludur. Çocukların bir günahı yok. Müphemlik Ahlakı Üzerine'de Simone'un dediği gibi, On altı yaşındaki genç bir Nazi, "Heil Hitler!" diye bağırarak ölürken suçlu değildi; nefret ettiğimiz o değil, onun efendileriydi. En iyisi, bu yanıltılmış gençliği yeniden eğitebilmek olurdu.  Yani siz bilinçaltınızı oraya gidip gelmekten korkmayacak kadar düzenli ve konforlu bir hale getirmez, başkalarına hesap sormak ya da bir şeyler satmanın telaşına kapılmanın dışında kendinizle gerçekten yüzleşmezseniz, orada sadece korkularınızı, travmalarınızı rezerv ederseniz, biri çıkar gelir sizin kontrol edemediğiniz her şeyin kontrolünü ele geçirir. Sizi ele geçirir. Bu, bir ülkeyi ele geçirmekle elbette eş değerdir. Bugün olup bitenler de bunun bir sonucu değil midir? Bir çocuğa verilmiş şeklin yarının toplumlarına verilen şekil olduğunu daha başka nasıl söyleyebiliriz? Bilinçaltlarımız kişisel değil, toplumsaldır. Toplumsal olanın sadece kişileri ilgilendiren kısmıyla kaplanmış olsa da. Her şey her şeyi ve herkes herkesi etkiler, bunu daha uzun yıllar tekrar edeceğim sanırım. Ne zamanki yazarlar, aydınlar, siyasetçiler, televizyon ikonu tuhaf tipler kendileri dışında insanların bilinçaltlarına çağrılarda bulundukları birer müşteri değil de paydaşları olduklarını anlayıncaya kadar. 

Çok az insan hariç tabii ama pek çok insanın yüzüne baktığımızda gördüğümüz şey çocukluğudur. İyi insan olmanın 'kendine kötülük' olduğunu düşünenlerin sayısının arttığı bu yüzyılda bilinçaltının çocuklukla mayalandığını inkâr edemeyiz. Mütevazı olmanın 'eziklik' sayıldığı bir toplumda 'saygı'nın 'yalakalık' olarak vücut bulması, şiddetin yenilmezlik ve yenilgilerin zayıflık sayılması da bu yüzden değil mi? Bütün bunların altında nedenlerle, sebeplerle, sonuçlarla gelişmiş ya da kendini hep gerilemiş, geride kalacak bir şey'miş gibi hissetmiş çocuk siluetleridir gördüklerimiz. Biraz da bu yüzden bilinçaltına inip sağlığını yitirmeden geri dönebilene, 'kral' demek gerek gerçekten de. Sadece kendi mesleki sınırları içinde namusunu yitirmemiş birkaç örnek vermek gerekirse, Kemal Sayar, M. Doğan Cüceloğlu, Jung bilinçaltı denen girdaba sağlığını yitirmeden gidip geri dönebilenler ve gidenlerin sağlıklı geri dönebilmeleri için çalışmış, yazmış olanlardır. Kemal Sayar'ın bilimsel yöntemler yanında kişilerin inancını da diriltecek yöntemleri içeren manevi yöntemlerle de 'tedavi' -demek pek hoşuma giden bir ifade ediş olmasa da- ile uyarılmasını doğru buluyorum bu yüzden. (Yazanların, okurun bilinçaltındaki sorunları çözmek yerine oraları daha karmaşık bir hale getirmelerinin "tamamen duygusal" sebeplerinden sözler de ederiz belki bir gün daha ileriye gitmek gerektiğinde.) Şiirin, Cüceloğlu'nun hayatından sözler ettiği bir söyleşide babasını tarif ederken her ne kadar "şair ruhlu" olmanın "kötü esnaflık" olduğu gerçeğini yüzümüze çarpsa da, bu yöntemlerden biri olduğu konusunda da hala sabit fikirliyim doğrusu. Bilinçaltı, derinlerde kapalı, bulanık bir yer olarak ifade edilse de her zaman ilk temas edilen yer olmuştur. Şarkılar oraya değmiştir, filmler, romanlar ama en çok şiirler. Şarkıcılar, yönetmenler, yazarlar, şairler değil, onların büyük bir kısmının gelirlerinin giderlerinden daha çok olması için bilinçaltları onarılmış sağlıklı bireylerden hoşlanmadıklarını bildiğim için. Sadece eserler. Çünkü sanat dalları içinde –bu elbette sadece benim düşüncem- şiir, bilinçaltı denen girdapla aynı biçimlerde çıkmıştır ortaya hep. Onun salt bir ürünü olarak. Tıpkı bilinçaltı gibi öldürebilir de, yaşatabilir de. Bunların her ikisi de bir dönüşüm biçimi elbette ama hangisine nasıl dönüşeceğinize elbette siz tek başınıza karar verebildiğiniz zaman. Sizi hüzünlü kılan, bu hüzün yüzünden utançlarınızı içinizde saklı tutmanıza neden olan o duygu durumlarından dışarıya zincirsiz, prangasız çıkabildiğiniz zaman… İdeolojilerden, fanatizmden kurtulduğunuz zaman…

Desen: Selçuk Demirel

Freud, bilinci okyanustaki buz dağına benzetir. Suyun altında kalan kısım bilinçaltı, su üzerinde kalan kısım bilinçtir. Bense tam tersini düşünüyorum bunun. Freud'a tam anlamıyla katılabilmem için gerçeklerden, gerçekleri gerçekleştiren eylemlerden kaçan biri olduğumu söylemem gerekir çünkü. Oysa bu kaçanlar için geçerlidir. Herkesin harcı değil, çıplak gözle başka bir evrene bakabilmek. O boyutu oluşturan da sizsiniz zaten. İnsanın kendiyle yüzleşmesi bir başkasına hesap sormaktan çok daha zordur çünkü. Bütün o kaçışlar bu yüzdendir. İnsanlara edebiyat, psikoloji hangi kulvarda olursa olsun sadece kendini beslemek ve kendinden bir anıtı hiç yıkılmayacak bir şey gibi dayatmanın ticaretini yapanlardan sakınırım bu yüzden. İçine girenlerle birlikte olmaktan korkan ama kapısında durup içeriye girenlere bilet kesen panayırcılar öyle yaparlar. Dışarıya çıktığınızda, "içeride ne vardı" diye soranlardan korkarım bu yüzden. Haliyle bir tüccar bile ne sattığını onu satın alanlardan daha iyi tanımak, bilmek zorunda… Hakikaten insana dokunabilecek sözler edebilmek ya da yazmak için bile oraya sık sık gidip gelmek gerek. Ben öyle yaparım. Bilgi sahibi olmakla tecrübe sahibi olmak başka şeyler çünkü. Bir gün geri dönülemeyeceğini bile bile… Oraya sık sık gidip gelmenin yatak odasındaki dolabı, mutfaktaki buzdolabını düzenli ve temiz tutmak gibi bir şey olduğuna inanırım. Beş yaşında oturduğum sofralarda lokmalarımı sayanların gözlerinin içine bakar sonra geri dönerim. İyice bir kör düğüm olarak değil, her gidip gelişte yeni bir düğümü çözmüş olarak. Kör düğümler nasıl çözülür, bunu deneyimlemiş ve denenmesini salık veren biri olarak… Oturduğum sofralarda neden kimsenin tabağına bakmadığımı da böylece fark etmiştim. Hani ölümünden kısa bir süre önce bir söyleşide gözleri dolarak, boğazı düğümlenerek şunları diyordu ya Doğan Cüceloğlu: Enteresan bir şekilde çocuk aklımla şuna karar vermişim, 'Annen yok, kimsen yok…' Ve böyle bir karar verdiğimi yıllar sonra anladım. 'Annen yok, kimsen yok.'O zaman, kimsen yoksa senin bir şey istemeye hakkın yok. Sadece başkalarını memnun etmeye çalışırsın. 'Annen yok, kimsen yok.' Ve bunun farkına vardığım zaman, tabii kendimi yavaş yavaş fark edip hem yaşam ekibimi keşfetmeye çalışıyorum hem de kendimi var etmeye çalışıyorum. Çünkü yolculuk yapan birisi var, onu fark etme meselesi. Böylelikle bir farkına varış yolculuğu halen devam ediyor. Farkına vardığım derecede farkına vardırmaya çalışıyorum, paylaşarak. Bilinçaltını karanlık bir yer olmaktan çıkaran işte budur, paylaşmak. Yazarların, şairlerin, aydınların, entelektüellerin mahallenin kurnaz bakkalı gibi bir alanın veresiye hesabına fazladan üç-beş yazdığı toplumlarda bu mümkün değil ama. İnsanlara edebiyat, psikoloji hangi kulvarda olursa olsun sadece kendini beslemek ve kendinden bir anıtı hiç yıkılmayacak bir şey gibi dayatmanın ticaretini yapanlardan sakınırım bu yüzden. Bir tek kişinin bile bilinçaltına etkide bulunmanın toplumsal belleği nasıl etkilediğini bilmezden gelerek girişilmiş eylemlerin bencil ve tehlikeli eylemler olduğunu söylemenin belki de daha tesirli yollarını bulup söylemeliyim. 

Doğan Hoca bu söyleşiden bir süre sonra kendiyle yüzleşmesini de gerçekleştirmiş, yani 'kendini tamamlamış', o eksik şeyi itiraf etmek gibi değil ama 'kabullenmiş bir insan' olarak ayrıldı dünyamızdan. Bilinçaltındaki o karanlık yere dokunmaktan geri durmadan. Oraya dokunmak nasıl bir şey anlatayım biraz: Bir ışık gibi, bütün o karanlığı yayarak yok eden bir ışık. Kör oluş gibi. Ölüm gibi. Buna rağmen, bunu bile göze alarak… Onunla temas ettiğinde kalbinin ne kadar yorulduğunu, sanki kalbinin o an 'çıt' diye bükülüp ezildiğini hissetmiştik pek çok kişi. Akıp giden hayatın içinde akmamış durmuş bir şeyin bilinçaltlarımızda baş aşağı asılı kalmış şeyler olduğunu gördük. Onu oradan aşağıya indirmek vakti geldiğinde ona zamanında müdahale edilmemiş bir insanla karşılaştık böylece. Bu türlü bir kabullenme hayatı boyunca insan hikâyeleri dinlemiş birinin de bir hikâyesi olduğunu göstermişti, sadece kendi hikâyesini önemseyenlere.

Bilinçaltını şimdiye kadar tanımlayanlar çoğunlukla onun bilinçten kaçınılmış ve ancak düşünsel etkilerle bilinçli kılınabilen ruhsal süreçlerin bir alanı olduğunu söylemişlerdir. Benliğin büyük oranda kendi zihinsel etkinliği için kâfi derecede veriye sahip olduğu bir alan. Farkında olmakla arasında hep bir perde olduğu için bulanık bir yer olarak nitelenmiştir bu nedenle. Ben bunun da tam tersini düşünüyorum. Gündelik hayatın yüzeyde tuttuğu her şeyin altında kalmışlardır sadece. Fizikle de açıklamak gerekirse, kalbin ağırlığı kadar ağır oldukları için aşağıda kalırlar. Bir hüzün bulutu gibi aslında… Gözlemlediğimiz zaman, başkalarını değil kendimizi, şunu görürüz, anlarız, kavrarız; yalnızca duyumlar şeklinde gerçekte var olduğumuz yer de orasıdır. 'Geçmiş' diye nitelesek bile gelecekle ilgili bir yerdir bilinçaltı. Belki de bu sadece benim için geçerlidir. O bulanık alanla bağımı hiç koparmadığım için. Bunu aslında şöyle tarif etmeliyim, uyku denen dehlize inmeye başladığınızda, hani bir kayık usul usul suya batar gibi olduğunda, birden havalanmış bir nesne gibi yere düştüğünüzü sandığınızda kalbiniz hızla yavaşladığı için beyniniz bir şok dalgası ile uyarır ya sizi, bilinçaltı bunun içindir işte. O, bazı hataları tekrar etmek üzere olduğunuzda sinyaller vermeye başlar. Sizi, başkalarına köle kılacak şeyler de orada, özgür kılacak olanlar da. Sizi yaşatacak şeyler de orada, öldürecek olanlar da. Köle mi olacaksınız yoksa özgür mü olacaksınız, yaşayacak mısınız yoksa ölecek misiniz buna karar vermek size kalıyor sadece. Hani Cüceloğlu yine bir anısını anlatırken, Sen hüzünlüsün diye, dünya durup sana yol vermeyecek diyordu ya… İşte o hüzünden, o aşağılanmışlık duygularından arınmış bir bilinçaltına sahip olduğunuz zaman, yani 'sürüden ayrılanı her zaman kurt kapar' düşüncesinden ayrıldığınız zaman, başkalarının sizi bir kum saati gibi bir aşağı bir yukarı çevirirken zihinlerinizi karıştırmasına artık karşı durmayı öğrendiğiniz zaman… Dünya durup, aslında sadece hüzünlüsünüz diye, yol verecek size.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

  ]]>

2023-06-03T14:38:20Z dg43tfdfdgfd